Dolce Far Niente (Hiçbir Şey Yapmamanın Mutluluğu)
Durmak. Günümüzde belki de içinde bulunması en zor durumlardan biri.
Kendinizi hiçbir şey yapmıyorken hayal edebilir misiniz? Fiziken ve zihnen kendimizi durdurduğumuz bu anı oluşturabilmenin 100 kiloluk bir halteri kaldırmaktan daha zor olduğunu söyleyebilirim.
Kendimi hiçbir şey yapmıyorken hayal ettiğim senaryo şöyle; deniz kenarında bir şezlongda uzanıyorum, ayakları uzatmışım, keyfim tıkırında. Bir şapka ile yüzümü kapatmışım ve güneşin rahatsız ışıklarını şemsiye yardımıyla yüzümden uzak tutmaya çalışıyorum. Zihnimi durdurmaya çalışsam da düşünmeden edemediğim bir konu var; “acaba bu deneyimimi blog yazısında nasıl anlatabilirim?” ve sonrasında türeyen diğer sorular “… acaba Kafka’nın nasıl bir hayatı oldu, hiç sahilde ayaklarını şöyle bir uzatıp bir güzel kendini dinleyebilecek fırsatı oldu mu?” “… Antalya’da yaşayıp hiç deniz görmeyen insanlar varmış, ne garip, acaba şu an burada böyle keyif çatıyor olmam ayıp mı oluyor?…” şeklinde sürüp gidiyor.
Zihni sürekli bir şeylerle meşgul etmek tıkınırcasına abur cubur yemekten farksız bence. Bu zararlı alışkanlığı bırakabilmek ise çok zor. Doğan Cüceloğlunun okuduğum kitapları ve dinlediğim söyleşilerinde her gün hiçbir şey yapmadan — zihnini boşaltarak — en az 10 dakika kendine zaman ayırdığını ve yaptığı bu meditasyonun ona çok iyi geldiğini ve herkese önerdiğini birden fazla kez şahit olmuştum. Günümüzde, zihinimizi ve bedenimizi dinlendirmek istediğimiz anlarda bir müzik/podcast açmak, bir şeyler okumak ya da sürekli telefona bakmak gibi eylemlerde bulunuyoruz. Bunlar aslında zihnimizi boşaltan değil, aksine kaçıngan olarak yaptığımız boş duramama durumunun bir sonucu. Zihnimizin dinlenmeye hiç zamanı olmuyor. Aynı zamanda zihnimizi sürekli dış kaynaklarla meşgul ettiğimiz için kendi iç sesimizi duymakta ciddi problemler yaşıyor ve bu nedenle hem duyguları anlamlandıramıyor (herhangi bir duygunun yansıması öfke olmaya başlıyor) hem de karar verirken kendi özgün düşüncelerimizi kullanamıyor, dış etkilere fazla maruz kalıyoruz.
Zihni meşgul etmek için yaptığımız bu eylemlerle — kabul edelim bir noktada can sıkıcı bir hale geliyor — beynimizin sıkıştığını hissediyoruz fakat yine de bırakamıyoruz. Çünkü boş kaldığımız anda zihnimizde beliren, uzun süredir onu dinlemediğimiz için bize hayli kızgın olan düşünceler beliriyor. Hatta bu düşünceler o kadar öfkeli oluyor ki bazıları hastalıklı bir hale gelip bedende kaygı yaratacak formlarda zihinde beliriveriyor.
Peki neden sürekli hareket halinde olmak istiyoruz? Geç kalmışlık hissinin verdiği “bunları telafi edebilirim” düşüncesinden kaynaklı mı?
“Ben eğer istersem her şeyi yapabilirim!” desem de inanmayın. Her istediğimiz şeyi yapamayız. Her şeyi yapabileceğimize dair geliştirdiğimiz sahte inanç bizi yetersiz hissetmeye sürüklüyor, çünkü, bize ait olmayan düşüncelerle bize ait olmayan şeyler için emek harcıyor ve sonrasında da elde edemeyince yetersiz hissediyoruz. Oysa ki insan kendiyle kalıp biraz iç sesine kulak verebilse herkesin gittiği yoldan gitmesine gerek olmadığını anlayabilecek.
Geçtiğimiz haftalarda zihnimdeki düşüncelerden boğulduğum bir anda biraz uzaklaşmak için “Ye, Dua Et, Sev” filmini izledim. Hani çok sıkıştığın, çıkmazda hissettiğin anlarda karşına öyle bir şey çıkar, bir anda seni o durumdan çıkarıverir ya, bu film de tıpkı öyle bir etki yarattı bende.
Bu film hayatının amacını kaybeden, anlam arayışında olan bir kadının hayatından bir kesite yer veriyor. Pişmanlıklar okyanusu içinde boğulmak üzereyken bir seyahate çıkan baş karakter nihayet kendini ve hayatı keşfetmeye başlıyor.
3 farklı durağı olan seyahatine İtalya’da başlıyor ve burada yavaşlayıp hayatın tadını çıkarmayı öğreniyor baş karakterimiz. Kalori hesabı yapmadan, beden görüntüsü standart güzellik algısının dışına çıkacak diye korkmadan İtalyan lezzetlerinin şefkatli kollarına kendini bırakıyor. Bir yerin kültürünün öğrenmenin en iyi yollarından biri o yerin dilini öğrenmektir. Baş karakterimiz de İtalyanca öğreniyor ve anlıyor ki bu bölgenin dili sadece kelimelerle değil tüm bedenle özdeşleşiyor; mimikler ve beden dili de iletişime sözcükler kadar destek sağlıyor.
İtalyanlar her duyguyu yüksek yaşayan insanlar ve kesinlikle keyiflerine çok önem veriyorlar. Onlar eğlenmeyi bilmek kadar bu eylemden zevk almayı da biliyorlar. Dinlenmenin hak edilen bir şey değil hayatlarının rutin bir parçası olduğuna inanıyorlar. Hayattan keyif almak, tadına varmak tam onlara özgü! Bu nedenle “dolce far niente” dedikleri “hiçbir şey yapmamanın tatlılığı” anlamına gelen bir kavramı günlük yaşamlarında fazlasıyla uyguluyorlar.
Bu yıl içerisinde kendimi birkaç kez hiçbir şey yapmamak için zorladım, ve bunu yapmak gerçekten çok zordu. Zamanımı sürekli üretken bir aktiviteyle geçirmem gerekiyor düşüncesi beni yerimde durdurmuyordu. Boş kaldığım anda uzun zamandır ertelediğim bir işi yapmak, ya da ev işi yapmak aklıma geliyordu ve tabi bu anları daha da verimli geçirmek için arkada bana katkı sağlayacak bir podcast açmak veya uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımı arayıp sohbet etmek “gerektiğini” hissediyor ve bunu yapmadıkça çıldırıyordum.
Keyfine düşkün biri olsam da durmak ve bundan keyif almak şu yaşımda yapabileceğimin çok ötesinde bir eylem. Ben hala dinlenmenin hak edilen bir eylem olduğuna inananlardanım. Durma eylemini keyif alarak gerçekleştirebilmek için kültürel olarak bir dönüşüm yaşamamız gerektiğine inanıyorum ama gerek köklerimiz gerek Türk insanın karakter biçimi olsun, “durmak” eylemi bizde “aylaklık” olarak anlam buluyor. Aylaklığın ise “beş para etmez insan” “bir işe yaramaz” “boş beleş” gibi olumsuz anlamlarda kullanıldığı için durmak bize çok zor geliyor. Hatta çoğumuz için durup dinlendiğimiz, hiçbir şey yapmadığımız anlar “guilty pleasure” denilen gizli zevklerimiz arasında yer alıyor.
Hiçbir şey yapmayan insanın genel hali mutsuzluktur.
Bu söz Türkiye’de ünlü bir psikiyatrist tarafından söylenmiştir. Bu bize kültürümüz hakkında büyük ipuçları veriyor.
Şu kültür iyidir, bu kültür kötüdür gibi bir tezi savunmuyorum, bence bir kültürü iyi yapan etmen, o kültürde yaşayan insanların bunu özümseyerek, hiç zorlanmadan keyifle o kültürü sürdürüyor olmasıdır. İtalyanlarda göze güzel gelen şey de bu, sağlam bir kültürleri var ve insanlar bunu o kadar özümsemiş ki “İtalyan Kültürü” denilince bugün dünyada pek çok insanın aklına benzer kavramlar geliyor; aile, keyif, lezzet düşkünlüğü, zevk almak, aşk…
Günümüzde teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte insanlık olarak bu hıza yetişmeye çalışıyoruz. Hıza kapılanların genelde büyük şehirde yaşayıp teknolojiyle daha haşır neşir olanlar olduğunu söyleyebilirim. Kırsalda yaşayanlar ise bu durumdan nispeten daha az etkileniyorlar. Bu nedenle “durma” eylemi Amerika gibi gelişmiş ülkelerde ve Türkiye’nin sanayi bakımından gelişmiş şehirlerinde çok daha imkansız hale geliyor.
Belki İtalyanlar gibi günümüzün yarısını dinlenerek geçirmek bizim kültürümüzde bir hayal olsa da Doğan Cüceloğlu’nun önerisindeki gibi her gün güne başlamadan ya da uyumadan önce 10 dakikamızı zihnimizi dinlendirerek geçirmenin bütüncül sağlığımızda önemli iyileşmeler göstereceğine inanıyorum.
Gerektiğinde durabildiğimiz, bize ait olmayan sınırları esnetmek için gereksiz efor harcamadığımız sağlıklı günlerimiz olsun. Keyifle kalın! 🧘🏻